2

Màu nền
Font chữ
Font size
Chiều cao dòng

166
"Sabah da ilk işimiz savcılıktan izin almak olsun. Hem bıçağı, hem de taşıtın içini
araştırmak için."
"Emredersiniz, izini koparır koparmaz, ekip işe başlayacak." Durdu, derin bir soluk aldı.
"Fakat epey zor bir iş olacağa benziyor. Aracın arka tarafı olduğu gibi kan içinde...
Muhtemelen kesim hayvanlarının kanı. O kan denizinin içinde insan kanı arayacağız."
Ellerimi yana açarak masamdan kalktım.
"Başka çaremiz var mı Zeynep? Belki de olayı çözecek kanıtlar o kan denizinde saklı."
Sözlerimden Ömer'in hâlâ katil olabileceğini düşündüğümü anlayan Ali'nin umutsuz
yüzü de ışır gibi oldu. Aldırmadan Zeynep'i uyarmayı sürdürdüm. "Sabah iyi bir ekip kur.
Gerekirse laboratuvardaki herkesi görevlendir. Mazeret istemiyorum. Şu anda cinayet
masasının en önemli işi bu dosya. İtiraz edenler olursa isimlerini al. Ben onlarla
konuşurum."
Kararlı bir tavırla başını salladı Zeynep.
"Merak etmeyin Başkomiserim. O aracın içinde insan kanı varsa, tek damla olsa bile
onu mutlaka bulacağız."
"Hayır Zeynep, sen kan aramayacaksın. O işi özel ekip yapsın. Başlarına bir sorumlu
ata. Bu olayda senin daha yukarıda durmanı istiyorum. Hep yanımda olacaksın. Her an
yeni bir gelişme olabilir çünkü."
Güzel yüzünü sıkıcı bir ciddiyet kapladı.
"Anlıyorum Başkomiserim."
Yanmaya başlayan gözlerimin acısını, sırtımın her an biraz daha artan ağrısını unutup
gülümsemeye çalıştım.
"İyi... Hadi gidip biraz uyuyalım o zaman. Benim pilim bitmek üzere. Siz de pek iyi
görünmüyorsunuz. Birkaç saat de olsa dinlenmek lazım."
Ali hiç memnun olmamıştı bu önerime. Ona kalsa savcılıktan izin almayı filan
beklemeden, hemen sokardı laboratuvardaki görevlileri et taşıma aracının içine. Bu arada
kendisi de boş durmaz, bir kartal gibi çullanırdı Ömer'in üzerine. İşimize yarayacak bir
ifade alıncaya kadar pestilini çıkarırdı delikanlının. Belki açık bir itiraf alırdı da ama bizim
hiçbir işimize yaramazdı. Bırakın mahkemeyi ikna etmeyi, savcılık izni olmadan yaptığımız
aramada bulacağımız kanıtlar da geçersiz sayılırdı. Daha da beteri, bu kadar yanlıştan, bu
kadar çabalamadan sonra yeniden soruşturmanın başına dönmüş olurduk. Hem de kötü
polisler olarak. O nedenle Ali'nin ne düşündüğünü hiç umursamadan pardösüme
uzanıyordum ki, "İtiraf meselesi ne?" diye yeniden sordu Zeynep. "Kim itiraf etti?"
"Ömer," dedim pardösümü askıdan alırken. "Uzun hikâye... Ali eve bırakırken sana
anlatır." Bakışlarımı yüzlerine diktim. Son derece gergin, adeta tehditkâr bir tavırla
uyardım: "Bak bu defa canınıza okurum. Dün akşamki gibi atlatmak yok. Doğru eve...
Güzel bir uyku çekeceksiniz. Gün ışıdığında çok işimiz olacak." "însan ruhunun yarası
dikiş tutmaz."
Yüzüme düşen gün ışığı uyandırdı beni. Penceremden sızıp, görünmez parmaklarıyla
sakince gözkapaklarıma dokunarak. Gözlerimi açtım. Yoksa geç mi kalmıştım? Telaşla
167
doğruldum, komodinin üzerindeki saate baktım. Hayır, daha sabahın sekiziydi. Şaşılacak
şey, epi topu birkaç saat uyumama rağmen, kendimi son derece zinde hissediyordum.
Sırtım nasıldı acaba? Usulca doğruldum, evet, ağrı hemen belli etti kendini. Ama o kadar
da korkunç değildi. Yatmadan önce sürdüğüm kortizonlu merhem iyi gelmiş olmalıydı.
Banyo yapıp tıraş olduktan sonra daha iyi hissetim kendimi.
Evden çıkınca Arif Usta'nm lokantasına uğradım. Hem iki gün önce Evgenia'yla bana
çektiği muhteşem ziyafet için teşekkür ettim, hem de borcumu ödedim. Her zamanki
konukseverliğiyle beni bırakmadı, şahane bir kahvaltı sofrası kurdu. Kahvaltı ederken
Berber Ayhan damladı. Canı fena halde sıkkındı.
"Yanni Baba ölmüş," dedi gözlerindeki nemi gizlemeye gerek duymadan. "Evinde
bulmuşlar... Bir hafta olmuş öleli. Kimse fark etmemiş... Ne komşuluk kaldı siktiğimin
dünyasında, ne vefa! Cesetlerimiz evlerimizde kokacak, kimse bilmeyecek valla..."
Gür bıyıklarının ucuna bulaşan çayın ıslaklığını elinin tersiyle silen Arif Usta'nın kaşları
çatıldı.
"Öyle deme be Ayhan... Yine burası iyi... Kimi semtler var ki İstanbul'da, adam
komşusunun adını bilmiyor. Yanni Baba yalnız yaşadığı için insanlar fark etmemiştir
öldüğünü... Yoksa bırakmazlardı ölüsünü evde öyle..." Yanni Baba'yı tanırdım.
Tersaneler Pendik'e gitmeden önce dökümhanesi vardı Balat'ta. Atölyesinin yanındaki
papazın bahçesinde top oynardık. Susaymca Yanni Baha'nın dökümhanesindeki çeşmeden
içerdik... Hiç ses çıkarmazdı. Onca yıl girdik çıktık atölyesine, tek laf etmedi bize.
Evlenmemişti Yanni Baba, eşcinsel olduğunu söylerlerdi, dedikodu mu, gerçek mi hiçbir
zaman bilemedim.
"Nur içinde yatsın," dedim teselli olur diye Berber Ayhan'ın eline dokunarak. "İyi
adamdı."
Arif Usta da üzgün mırıldandı.
"Allah rahmet eylesin... Kendine Müslümanım diyen bir sürü sahtekârdan çok daha
muteber bir adamdı. Toprağı bol olsun."
Onları üzüntüleri ve isyanlarıyla baş başa bırakıp çıktım dışarı, emektarın kapısına
yönelmiştim ki, "Günaydın Nevzat," dedi çok iyi tanıdığım bir ses. "N'apıyorsun burada?"
Başımı çevirince Yekta'yla karşılaştım. O da benim gibi yorgun görünüyordu. Akşam
bizden sonra Demir'le içmeye devam etmişlerdi anlaşılan.
"Günaydın Yekta. Arif Usta'ya uğramıştım. Kahvaltı ettik."
Kumral kaşları çatılır gibi oldu.
"Bak bozuldum şimdi."
"Niye? N'oldu ki?" "Daha ne olacak, biz dururken Arif Usta'da mı kahvaltı yapıyorsun?
Evimiz iki adım uzakta."
Gülümseyerek dokundum omzuna.
"Oğlum daha akşam beraberdik."
168
Zerre eksilmedi yüzündeki kırgınlık.
"Sıkıldın mı? Eskiden her günümüz birlikte geçerdi."
Aslında sitemine sevinmiştim, demek beni hâlâ umursuyorlardı.
"Yok be, öyle bir şey mi dedim? Yani size yük olmak..."
Anında kesti sözümü.
"Yük olmakmış... Lafa bak... Özrü kabahatinden büyük..."
Artık ne diyeceğimi bilemedim, mahcup bir tavırla azarlanmayı beklerken, sessizce
güldü kadim arkadaşım.
"Nasıl yedin ama..."
"Tüh... Allah iyiliğini versin." Neşeyle kıkırdayarak, eliyle arabamı gösterdi. "Hadi
gidiyoruz." "Dur dur, nereye gidiyoruz? îşim var benim."
"Bırak şimdi işi filan. Bir saat geç gitsen kıyamet kopmaz." Ciddileşti. "Sözlerimin hepsi
şaka değildi Nevzat. Sahi niye sabahlan bize kahvaltıya gelmiyorsun? Demir'le ben iki
bekâr adamız, sen de öyle..." Manidar bir ifade belirdi gözlerinde. "Gerçi artık Evgenia var
ama..."
"Ondan değil be Yekta. Ne bileyim, aklıma gelmedi. Sizin her sabah kahvaltıda
buluştuğunuzu bile bilmiyordum." Bu defa sahici bir sitem belirdi yüzünde.
"Sormuyorsun ki bilesin." Ne söyleyeceğimi bile beklemeden iteledi. "Hadi hadi, geç
arabaya..." Eli, sırtımın incinen yerine gelmişti. "Ah, dur, dur Yekta!" "Ne? N'oldu?"
"Hiç yav, dün akşam sağlam bir darbe aldım da dokunduğun yere." Mahcup olma sırası
ona gelmişti. "Kusura bakma. Bilmiyordum."
"önemli değil," dedim yatıştırmak için. "Birkaç güne kalmaz geçer." Kaygılı gözlerle
süzdü. "İyi de, ne zaman oldu bu? Bizden ayrıldığınızda vakit gece yarısına geliyordu."
"Sabaha doğru oldu..." Merakla baktı yüzüme. "Sabaha doğru mu? Gece göreve mi
çıktın?" "Ne yapacaksın, bizim işimiz de bu." "Yine cinayet vakası mı?" İç geçirerek
söyledim. "Başka ne olacak?" Anlatsam dinleyecekti ama güzel şeyler değildi
söyleyeceklerim. "Neyse, boş ver bunları şimdi," diye konuyu kapattım. "Nereye
gidiyoruz, söyle bakalım?" "Nereye olacak," dedi bizim emektarın sağ kapısına yönelirken.
"Demir'e..." Saate baktım, dokuza geliyordu. Aslında emniyette olmam gerekirdi. Ama
dün akşamki yemeğin sonuçlarını merak ediyordum, daha doğrusu, arkadaşlarımın
Evgenia hakkında düşündüklerini... Zaten Ali'yle Zeynep de ancak toplardı işleri. Tıpkı
eskiden okulu kırıp top oynamaya gittiğimiz günlerdeki gibi, "Tamam lan," dedim
yaramaz bir çocuğun sorumsuz heyecanıyla. "Hadi gidelim..."
Erken kalkardı Demir, gün doğmadan. Öğleye kadar çalışır, yemeğin ardından bir saat
kadar kestirdikten sonra yeniden işe koyulurdu. Dünyanın en düzenli adamıydı. Hayır,
Alman eğitimi aldığı için değil, çocukken de öyleydi. Kitapları ciltli, defterleri tertemiz,
önlüğü her zaman ütülü, yakası hep kolalı. Annesi Atiye Teyze'den almıştı bu alışkanlığını.
Çok titiz bir kadındı rahmetli. Ne yazık ki genç yaşta o Alzheimer illetine yakalandı
kadıncağız. Demir'in babası Bünyamin Amca sert bir adamdı. Çok korkardı Demir
babasından. Ama annesi hasta olunca, babası ölene kadar baktı kadma. Umudunu hiç 169
yitirmedi Bünyamin Amca. Atiye Teyze artık hiçbir şey hatırlamazken bile onunla
konuşmaya, ona sevgi sözleri söylemeye devam etti. Bütün bu yaşananlardan pek
etkilenmiş görünmedi Demir. Ne annesinin hastalığı onu yıktı, ne de babasının
fedakârlığına hayranlık duydu. Tuhaf bir kayıtsızlık içinde izledi olanı biteni. Ama
gerçekten de umursamıyor muydu, yoksa öyle mi görünmek istiyordu? Hiç belli etmedi
bunu. Hep uğraşacak bir meşgale buldu kendine. Onu sorunlarından uzaklaştıracak bir iş.
Okuldayken dersler, tatil zamanlarında babasının Unkapam'ndaki manifaturacı dükkânı.
Hiç aylak aylak dolaşmazdı, bizimleyken hariç. Yanımıza geldi mi, o çelik iradeli, büyümüş
de küçülmüş çocuk, her şeyle birlikte kendini de unutur, hiçbir sorumluluk taşımayan,
özgür, neşeli biri olurdu. Ya papazın bahçesinde top koştururduk ya da Haliç'in henüz
kirlenmemiş kıyılarında denize girerdik. Balat'ın her sokağında, her köşesinde neşeli
seslerimiz çınlardı. Ta ki yeniden evinin kapısından girinceye kadar... Demir'in
Almanya'ya gitmesi onun için bir kurtuluş oldu diye düşünmüştüm o zamanlar. Evinin
dışına çıkması, ona bambaşka dünyaların kapısını açacak sanmıştım. Fakat yıllar sonra
Demir dönünce onda hiçbir farklılık olmadığını görerek yanıldığımı anladım. Demir neyse
oydu, hiçbir zaman evcilleşmeyecek bir kurt yavrusu gibi asla değişmeyecekti. Halbuki
kendini değiştirmek için çabalamıştı. Bir ara Bosna'ya gittiğini duymuştum. İç savaş
sırasında, Birleşmiş Milletlerin sağlık görevlisi olarak. Gönüllü gitmek istemiş. "Niye?" diye
sormuştum yıllar sonra ilk karşılaştığımızda. "Cahillik be Nevzat..." demişti yarı şaka, yarı
ciddi. Yadırgamıştım tavrını. "Ama insanlara iyilik yapmak için gitmişsin." Buruk bir ifade
belirmişti gözlerinde. "İnsanlar ve iyilik... Birbirine ne kadar uzak iki kelime." Boş vermiş
gibi başını sallamıştı. "Tamam, dediğin gibi olsun, insanlara iyilik yapmak için gitmiştim.
Aslında kendime iyilik etmek istiyordum. Almanya'daydım... Çok sıkılıyordum, hayat
saçma gelmeye başlamıştı. Ölüme yakın olursam, belki hayatın anlamını öğrenirim diye
düşünmüştüm." Çok önemli bir meseleden bahsediyordu ama yine o kayıtsız ifade vardı
yüzünde. "Öğrenebildin mi bari?" diye üstelemiştim. "Neymiş hayatın anlamı?" Buruk bir
gülümseme belirmişti dudaklarında. "öyle bir şey yok... Dinlerin, ideolojilerin söylediği
gibi genel bir anlamı yok hayatın. Bence o anlamı ancak insanın kendisi yaratabilir."
Hiçbir şey anlamamıştım söylediklerinden. Fark etti tabii Demir. "Aman boş ver Nevzat...
Karışık meseleler bunlar... Filozoflar binlerce yıl kafa yormuş, yine işin içinden
çıkamamışlar..." İşte böyleydi Demir. Gerçek düşüncelerini, duygularını açmazdı. Değerli
bulduğundan mı, yoksa önemsiz gördüğünden mi? Onu da anlayamamıştım bugüne
kadar.
Aslına bakarsanız Yekta'nın da ondan pek farkı yoktu artık. Artık diyorum, çünkü
Handan'la oğlu varken durum değişikti. Demir'in söylediğine benzer kişisel bir anlamı
vardı hayatının. Ama ailesinin ölümünden sonra Yekta da Demir'e benzemeye başlamıştı.
Sanırım bu yüzden, onca olan bitene, geçen bunca yıla rağmen yine bir araya gelmişlerdi.
Benim emektarı, "Balat Sarayı"nın önüne park edip geniş bahçe kapısından içeri
girdiğimizde, atkestanelerinin gölgesindeki kameriyede, dün akşam yemek yediğimiz
masayı kahvaltı için hazırlarken bulduk Demir'i. Yekta seslendi uzaktan:
"Bak sana kimi getirdim?" Beni görünce şaşırdı.
"Çok özlemişsindir," diye takıldım yaklaşırken. "Ne za mandır görüşmüyorduk."
Şaşkınlık yerini içten bir gülümsemeye bıraktı.
"Her gün görsem, yine de özlerim seni be Nevzat." Hiç beklemediğim bir hassasiyetle
konuşuyordu. "Asıl sen bizi özlemiyorsun. Şu rastlantılar da olmasa..."
170
"Yahu daha dün akşam beraberdik."
"Beraberdik ama Evgenia sayesinde... Hiç ters ters bakma Nevzat, doğruyu
söylüyorum. Değil mi Yekta, arıyor mu bu hayırsız bizi?"
"Arasaydı böyle kolundan tutup getirir miydim?
"Amma azarladınız be," diye söylendim. "Sanki siz beni çok arıyorsunuz da."
"Arıyoruz tabii, kaç kere balığa çağırdık, her defasında ektin bizi."
Doğru söylüyorlardı, defalarca çağırmışlardı. Hem de öyle bir gün öncesinden filan
değil, bir hafta öncesinden... Her defasında niyetlenmiş ama araya bir şeyler girdiğinden
gidememiştim. O zamanlar Demir ile Yekta pek tepki göstermemişlerdi. Ya da ben
anlamamıştım. İlk kez bu kadar açıkça sitem ediyorlardı. İşin tuhafı, yaptıkları sitem
hoşuma gidiyordu. Arkadaşlarım hakkında yanılmış mıydım? Belki beni hiçbir zaman
dışlamamışlardı da öyle sanmıştım. Galiba Evgenia'nm söylediği doğruydu, belki de hep
ben uzak durmuştum onlardan. Sanırım gerçek buydu. Arkadaşlarıma katılmak için çaba
harcadığımı hiç hatırlamıyorum. Sonra da bana yakın davranmıyorlar diye onları
suçluyordum. Neresinden bakılırsa bakılsın, haksızdım. Kendimi kurtarmak için
mesleğimin zorluklarına sığındım.
"Yahu öyle demeyin çocuklar," diye geveledim. "Biliyorsunuz bizim mesleği. Ne gecemiz
var, ne gündüzümüz... Polislik zor iş..."
Savunmam işe yaramıştı.
"Hah böyle de, canımın içini ye." Kestane ağacına bakan iskemleyi gösterdi Demir. "Gel
gel, otur şöyle..."
İskemleye yerleşirken savunmamı sürdürdüm.
"Aslında ben de sizinle birlikte olmayı istiyorum, hakikaten işimiz belli olmuyor... Üç
gündür katillerle uğraşıp duruyoruz. Biliyorsunuz işte, dün gece bile o kadar çabalamama
rağmen yine geç kaldım."
"Şu televizyonların bahsettiği Çemberlitaş'ta bulunan ceset mi?"
"O da var, başkaları da... Pis iş ama ilginç tarafları da var. Mesela Topkapı Müzesi'nin
müdiresiyle tanıştım. İstanbul tarihi hakkında acayip şeyler öğreniyorum... Neyse... Yani
yoğun geçiyor günler..."
Artık üstüme gelmezler sanıyordum, bu defa Yekta aldı sazı...
"Tamam da sen bu işi seviyorsun abi. Kusura bakma ama pek bir heveslisin. İşimiz zor
filan diyorsun da bir türlü emekli olmuyorsun. Üstelik sana defalarca haksızlık etmelerine
rağmen. Senin yerinde olsam, bin kere basmıştım istifayı."
"Öyle değil," filan diyecek oldum, dinlemedi bile beni.
"Yok Nevzat, kabut et, seviyorsun oğlum sen bu işi."
Haklıydı, seviyordum bu işi. Nedenini, niyesini tam bile- mesem de vazgeçemiyordum
bu meslekten. Belki dünyada çok fazla acı olduğu için, belki bu ülkede adalet diye bir şey
olmadığı için, belki birkaç cinayeti çözüp katilleri yakalarsam, kendimi daha iyi
171
hissedeceğimi sandığım için. Ya da sadece bu işi yapmayı sevdiğimden. Veya elimden
başka bir iş gelmediği için. Nedeni ne olursa olsun, evet cinayet çözmeyi, katillerle
uğraşmayı seviyordum.
Yekta'nın sözlerinden cesaret alan Demir, "Hem bize de pek ihtiyacın varmış gibi
görünmüyor," diye mırıldandı kinayeli bir sesle. "Evgenia'ın yanında pek mutluydun
akşam..."
"Mutlu mu? Yok be... Yorgunluktan ölüyordum oğlum... Geceleri iki saat uykuyla
duruyorum."
"Hadi hadi, ağzın kulaklarına varıyordu," diye üsteledi. "Sen şimdi bırak bu lafları da
Evgenia'yı anlat bakalım."
Eyvah, düştüm ya bunların diline, artık bir daha kurtulamazdım.
"Daha önce anlattım ya. Hem cumartesi sizi Tatavla'ya bekliyor. Daha iyi tanırsınız
orda..." "Sahi yav," diye duraksadı Yekta. "Kadıncağız bizi davet etti ama..."
Davetinde içten miydi, yoksa öylesine mi çağırdı demek istiyor, bir türlü dile
getiremiyordu.
"Gelmezseniz çok bozulur valla... Evgenia göründüğü gibidir. Ne düşünüyorsa, ne
hissediyorsa onu söyler. Sizi sevdi, yoksa çağırmazdı."
"Geliriz, geliriz..." diye rahatlattı beni Demir. "Şanslı adamsın vesselam... Evgenia iyi
bir kadına benziyor."
"İyidir," demekle yetindim. Yitirdiğimiz kadınların anısı hâlâ aramızda yaşarken, yeni
sevgilimi övmek yakışık almazdı. İkisi de sevecen gözlerle bakıyorlardı ama bana
imrenmiyorlardı. Belki de onların acısı, benim mutluluğumdan daha anlamlıydı, daha
doyurucu...
"Niye evlenmiyorsun onunla? Madem o kadar iyi. Üstelik güzel de."
Yekta tamamladı hemen.
"Hem de sana âşık..."
Takılıyorlar mıydı? Yok, ikisi de son derece samimiydi. Hatta hüzünlü bir ifade belirmişti
yüzlerinde. Belki onu düşünerek söylememişlerdi ama Handan geldi aklıma. Bir an
Evgenia sevgilim olduğu için utandım. Utanmak değil de kendimi kötü hissettim. Evet,
ben onlardan uzaklaşmıştım. Belki de Evgenia'nm söylediği gibi, ikisinin Handan'ı
sevmeye başladıkları noktada kopmuştum arkadaşlarımdan.
"Sen de ona âşıksın, değil mi?" îyi de, neden üsteliyordu Demir? Hayır, ima yoktu
sözlerinde. Hayır, beni yadırgamıyordu, belki insanın ikinci kez birini sevebileceğine
şaşırmıştı da bunun nasıl olduğunu anlamak istiyordu.
"Bilmiyorum Demir... Aslında aşkın nasıl bir duygu olduğunu pek hatırlamıyorum."
Gülümsemeler söndü, hava ağırlaştı. îçimde bir ses bu konuyu kapat, onları üzeceksin,
diyordu ama yapamadım, anlatmayı sürdürdüm.
172
"Evgenia'nm yanında kendimi iyi hissediyorum... Evgenia bana iyi geliyor... Tabii, eskisi
gibi değil... Yani Güzide'yle olduğum gibi değil... Hiçbir zaman da eskisi gibi olmayacak...
Çünkü Güzide'yle Aysun'u hiçbir zaman unutmayacağım..."
Bunları söylerken Yekta'yla göz göze geldik. O da Handan'ı asla unutmayacaktı.
Handan'ı ve oğlu Umut'u. Ya Demir? O unutmuş muydu Handan'ı? Kendisiyle birlikte en
yakın iki arkadaşının âşık olduğu o genç kızı? Sanmıyordum. îçimi dökmeyi sürdürdüm.
"Evet, ruhun yarası hiçbir zaman tam olarak kapanmıyor. Beden daha çabuk onarıyor
kendini. Kalbin attığı sürece vücut iyileşebilir. Oysa ruhun bir kez darbe aldı mı, o yara
dikiş tutmuyor. Sonuna kadar kendi kendine kanamayı sürdürüyor. Ama öte yandan,
hayat da devam ediyor. Ben yeniden başlayamam sanırdım. Başka bir kadın olmaz,
başka birini sevemem sanırdım. Oluyormuş..."
Yüzleri gölgelendi, gözleri bulutlandı, kafalarında öbek öbek sorular oluştu. Biliyordum
ki, Demir de, Yekta da cesaret edip sormayacaktı. Ama ben yanıtladım.
"Bazen utanıyorum. Ne yapıyorum ben diye soruyorum kendime. Karım, kızım öldüler.
Bense yaşamın tadını çıkartıyorum... Evet, sık sık böyle düşünüyorum... Belki de en iyisi
ölüp gitmek... Ancak eşitliği böyle sağlayabilirim. Onlar gibi yok olarak. Fakat akıl
düşünmeye devam ediyor. Bunun Güzide'yle Aysun'a ne yararı olacak? Yani tersi olsaydı.
Ben ölseydim, karımla kızım kalsaydı. Onların yaşamamasını mı isterdim? Sanmıyorum.
Benim yaşamaktan vazgeçmemin onlara bir yararı yok..."
Demir, bakışlarını bir noktaya dikmiş, öylece kalmıştı. Belki yeniden hayatın anlamını
düşünüyordu; yıllar önce bu semtte yitirdiği aşk düşündüğü o anlam olabilir miydi?
"Sen şanslısın Nevzat," dedi Yekta. Gözlerinde anlayışlı, yumuşak bir ışıltı belirmişti.
"Belki de güçlüsün... Başka birini sevebildin. Bunun için utanç duymana gerek yok. Hayat
öyle bir şey değil. Ama başka birini sevemezsen... Hayata bir yerinden tutunamazsan,
işte o zaman fena... îşte cehennem o zaman başlıyor."
Demir, hâlâ derinlerde, hâlâ hayatın anlamını düşünüyordu.
"Haklısın," dedim Yekta'ya dönerek. "Belki şanslıyım, Evgenia çıktı karşıma. O
gerçekten farklı bir insan. Öyle kolay kolay rastlanabilecek biri değil ama eminim onun
gibi binlerce kadın vardır yeryüzünde." Ne demek istediğimi anlamıştı Yekta.
"Eminim vardır..." Acı bir gülümseme belirmişti dudaklarında. "Önemli olan
dışımızdakiler değil ki Nevzat. Önemli olan biziz. Bizim hissettiklerimiz. Dışımızdakiler
birer uyarıcı. Kusura bakma ama Evgenia da öyle. Senin yaşama sevincin, iraden, adına
ne diyeceksek, işte o duygu olmasa, Evgenia'nm güzelliği, iyiliği ne kadar etkileyici
olabilir? Ne kadar güzel söyledin insan ruhunun yarası dikiş tutmaz diye... Aynı zamanda
ruhun yarası, bedeninkinden daha etkilidir, daha ısdırap verici. Bu acı o kadar güçlüdür
ki, insan başka dünyalara dönüp bakamaz bile... İstese bile yapamaz bunu..."
Demir, daldığı denizlerden çıktı sonunda.
"Kapatalım artık bu konuyu," dedi kesin bir tavırla. "Beden olmazsa ruh da olmaz. Ve
ister acı çeksin, ister mutlu olsun, ruhun yaşayabilmesi için bedeni beslemek lazım." Yine
kapatmaya çalışıyordu konuyu. Gülümsemeye çalışarak bana döndü. "Evet
Başkomiserim, kahvaltıda istediğiniz özel bir şey var mı?"
173
işte böyleydi Demir. Aslında çok duygusal olmasına rağmen bu yanını hiç göstermemeyi
seçerdi. Tıpkı annesinin hastalığında olduğu gibi, tıpkı Handan'la Yekta'nın evleneceğini
duyduğunda olduğu gibi. Oturduğum iskemleye yaslanıp arkadaşlarımı süzdüm. Yekta da
karşı çıkmamıştı Demir'in bu konuyu kapatalım önerisine. Belki de Demir hakkında
yanılıyordum, belki de artık dertlerini, sorunlarını paylaşmaya karar vermişti ama benimle
değil, sadece Yekta'yla. Muhtemelen Yekta da sadece ona gösteriyordu yarasını. Belki de
hiç konuşmadan, hiç tartışmadan birbirlerinin acısını kendi acılan gibi hissederek
yaşıyorlardı. Çünkü ölüleri ortaktı, kayıpları ortak, kederleri ortak. Bir kez daha
dışlandığımı hissettim. Mutlu olduğum için cezalandırılıyormuşum gibi geldi bana. Bir tür
vicdan azabı, bir tür utanç, bir tür öfke kabardı içimde. Kalkıp gitmek istedim. Öylece
hoşça kalın bile demeden. Yapamadım, duygularımı gizleyerek, Demir gibi gülümsemeye
çalıştım.
"Sağ ol, karnım tok. Çok kalmayacağım zaten. Emniyette işim var." "Kurbanın
avcundaki sikke Teodosius'unmuş."
Emniyete geldiğimde saat on biri geçmişti. Kapıdaki memur telaşla, Mümtaz
Müdürümüzün odasında beni beklediğini söyledi. Evet, işte başlıyordu. Mümtaz
soruşturmanın nasıl gittiğini öğrenmek istiyordu. Belki de yukarıdan birileri aramıştı. Ee
basın boş durmuyordu tabii. Eminim dün geceki cinayet de gazetelerin ilk sayfalarında,
televizyonların ana haber bültenlerinde yer almıştı. Mümtaz Müdürümüz de gelişmeleri
öğrenmek istiyordu doğal olarak. Ama şu anda olanı biteni, en başından itibaren
anlatmak zor geldi bana. Hem son durumu öğrenmeden müdürümüzün karşısına çıkmak
hiç de akıllıca olmayacaktı. O yüzden Mümtaz'ı boş vererek odama geçtim, ilk işim Ali'yle
Zeynep'i yanıma çağırmak oldu. Beş dakika geçmeden karşımda oturuyorlardı. ikisi de
dinlenmiş görünüyordu, sadece Ali'nin altdudağı biraz daha şişmişti.
"Et taşıma aracı araştırmaya alındı Başkomiserim," diye girişti sözlü raporuna Zeynep.
"Çok iyi bir ekip kurduk. Çocuklar canla başla çalışıyorlar..."
"Güzel."
"Ama sonuç alınması akşamı bulur."
Muhtemelen bu bilgileri benden çok daha önce öğrenmiş olan yardımcıma döndüm.
"Duydun mu Alicim? Gözaltını uzatmak için savcılıktan ek süre almamız gerekecek."
Haylaz bir çocuk gibi ışıdı yüzü.
"Merak etmeyin Başkomiserim. Naci'yi savcılığa yolladım bile."
Kendimi tutamayıp ben de gülümsedim.
"Aferin. Şimdi gelelim şu üçüncü kurbana. Gazeteciydi değil mi? Adı neydi?"
"Şadan Duruca... Biraz karışık bir adam..."
Kurbanların hangisi karışık değildi ki?
"Halen büyük bir gazetede çalışıyormuş," diye sürdürdü sözlerini Ali. "Ama camiada pek
itibarlı biri sayılmıyor. Üç yıl önce Topkayı'da, SÎT alanında yapılan bir otel davasında
geçmiş adı. Şadan Duruca çalıştığı gazetede günlerce bu otelin ülkemiz turizmine
yapacağı katkıları övmüş durmuş. Ama sonra Mimarlar Odası, dava açarak, bu otelin
174
tarihi-kültürel varlıklarımıza zarar verdiğini öne sürmüş. Mahkeme, Mimarlar Odası'nın
başvurusunu yerinde bulmuş ve otel inşaatını durdurmuş. Ardından solcu bir gazete, oteli
yapan şirketin Şadan Duruca'ya karşılıksız olarak bir daire verdiğini keşfetmiş. Günlerce
yazılar yayınlanmış bu konu üzerine. Basında tartışmalar çıkmış. Şadan Duruca aldığı
daireyi iade etmemiş ama çalıştığı gazeteden ayrılmak zorunda kalmış." Sesine kinayeli
bir anlam yükleyerek başını salladı.. "Fakat memleketimizde rüşvet almak bir erdem
olarak kabul edildiğinden, çok sürmemiş, bir yıl sonra daha büyük bir gazetede yeniden
yazmaya başlamış."
Anahtar sözcüğü dile getiriyordu Ali: Rüşvet. Ya da yolsuzluk veya usulsüzlük. Yani
bildiğiniz hukuksuzluk. Üç kurbanın üçü de tarihi bölgede hukuka aykırı yapılan inşaatlarla
ilgiliydi.
"Peki bu Şadan Duruca'nın öteki iki kurbanla bir ilişkisi var mı?
Şişkinliğine aldırmadan altdudağmı hafifçe sarkıttı Ali.
"O konuda bir bilgiye ulaşamadım Başkomiserim." Mahcup olmuş gibi bakışlarını
kaçırdı. "Aslında o konuyu daha araştırmadım. Zaman yoktu."
"Araştırsak iyi olacak. Bu gazetecinin de şu Âdem Yezdan denen turizmciyle bağı
olabilir."
Âdem Yezdan, evet aslında herkesten önce onunla konuşmalıydık.
"Ne zaman dönüyordu bu adam Moskova'dan?"
"Bu geceyarısı Başkomiserim..." diye yanıtladı Zeynep. "Rötar filan olmazsa saat on iki
civarı Atatürk Havalimanı'nda olurmuş."
Hevesle atıldı Ali.
"Havaalanından alalım mı?"
Galiba alttan alta o da Ömer'in katil olmayabileceğine inanmaya başlamıştı. Eski bir
toprak ağası olan, üstelik pis işlere bulaştığını bildiğimiz Âdem Yezdan'la uğraşmak,
radikal islamcı örgüt üyesi Ömer'le uğraşmaktan çok daha heyecan verici olabilirdi.
Olabilirdi ne demek, olmaya başlamıştı bile. Her zamanki gibi, "Şu anda gözaltına almak
doğru olmaz," diye sağduyunun sesini dile getirmek yine bana düştü. "Elimizde Âdem
Yezdan'ı suçlayacak bir kanıt yok. Bu tür adamların devlet katında iti köpeği çok olur.
Daha başında elimizi kolumuzu bağlatmayalım. Adamı işyerinde ziyaret etmekte yarar
var." Bakışlarımı Zeynep'e diktim. "Ya şu sikke? Hakikaten söylediğin gibi miymiş? Yani
Teodosius'un muymuş?"
"Öyleymiş Başkomiserim. Ama bu Teodosius hakkında fazla bilgi bulamadım. Yani
internette fazla bilgi yok..." Zeynep'in de yüzüne hafif bir pembelik yayıldı, "Kusura
bakmayın Başkomiserim, konuyu detaylı araştıracak vaktim olmadı."
Onları eleştirdiğim filan yoktu.
"Ama isterseniz, hemen araştırmaya başlayabilirim," diye hevesle sürdürdü sözlerini
Zeynep, "isterseniz Leyla Barkın'a da sorabiliriz." "Onu da yaparız ama şimdi değil.
Tekrar Samatya'ya gitmemiz lazım, ilk kurban Necdet Denizel'in evine. Leyla Barkın,

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen2U.Pro