PROLOG

Màu nền
Font chữ
Font size
Chiều cao dòng

KÖR DİLLER
Emir Can İğrek - Yangınlı Şiir

"Söylesene sevgilim, gözlerinde bu kadar can batarken hani deniz yoktu Ankara'da?"

Yokluğun içinde zamansız bir vedanın hezimetiydi, silik anıların sırtında bırakılan izler. Bu vedanın, bu bırakılışın tadını alan damağında o acıyı hisseden kolay kolay unutamazdı. Bir kez yanmışsa o dili, hangi merhemi sürerse sürsün iyileşemezdi. Üstü kabuk dahi tutamazdı; görünürde acı veren, boğazından geçen tüm lokmaların en az bir kez değip yaktığı bir dil yarasıydı. Ne bir kesikti ne bir batış; sadece üstünden ne geçerse geçsin, neyle örtülmek istenirse istensin asla geçmeyecek bir yaraydı. Kanamazdı, kabuk tutmazdı, dikilmezdi ya da kapatılmazdı. Görünürde yoktu; kimseler bakamaz, baksa bile göremezdi. Kimsesizlik bilhassa hiçliğin ortasında yalnız kalmışlık, böyle bir dil yarasıydı; yalnızca acısını sahibine tattırır, benliğini kimselere göstermezdi. Sanki bir kuyuydu, içine düşeni geri göndermeye kıyamayan, suyunu toprağını feda etmeyen ve orada ölmesine izin veren, suyuna kapılan her acıdan yine onu sulayan bir kuyuydu. Susuzluğunu dindirmeye dahi takati kalmamış fakat herkesten esirgediği o bedeni kendinden koparamayan bir kuyuydu.

En çok acıtan yaraydı dil yarası, zira ne dindirilebilirdi ne de iyileştirilebilir. Yarası olan gocunurdu da bu öyle bir yaraydı ki ne gocunur ne gücenirdi sahibi. Keza acısından başını dahi kaldıramaz olurdu çoğu zaman, keza üzüntüsünden ağzını açıp iki kelam edemezdi.

Görünmez adımlara sahip bir adamın dilinin üstüne yerleşmişti kimsesizlik, öyle bir yer edinmişti ki kalkıp gitmeye niyet etse bile kopamazdı oradan. Adımlarının üstünü örten yağmur damlaları paçalarını çamura bularken ıslanan ayaklarını üşüten bu delici soğuk, ağzını açtığı an korkusundan taş kesilir; onu üşütmeye, hasta etmeye korkardı. Göğsünün üstünü mesken bellemiş adalet duygusunu örtbas edemeyen acıları, birer birer o toprağa gömmeye ant içmiş hırsına yenilmişti. O; yine de mezarlarını yıkamamış, onların bir hiçe karışmasına izin vermemişti.

Çünkü bilirdi, en güzel çiçekler sevgiyle sulanan ve acıdan beslenen çiçeklerdi.

Kaderin durmadan, özenle, ilmek ilmek ördüğü bir ağdı gecenin üstünü kaplayan. Bu örtünüş, bu saklanış öyle bir kayıptı ki aciz bedenlerin üstünde; sur altı kalmış toprakları bile gözler önüne sererdi. Yüreklerin içindeki bu dağlanış öyle bir kanatırdı ki üstüne ne kadar basılırsa basılsın durmazdı kanaması. Hiçbir baskı, hiçbir zorlayış o kanamanın kesilmesini yahut bitmesini sağlayamazdı; aksine daha da kanatır, daha da acıtırdı. Sürekli kan kaybeden bu yüreklerin üstünü kabuk bağlar fakat kabuk bağlanan yerler her defasında ufacık bir kesikle yeniden kanamaya başlardı. Merhametsizlik böyle bir kalp yarasıydı, şefkati bilmeyen fakat en çok da şefkati arayan yüreklere yerleşirdi. Hiç susmazdı, hiç durmazdı.

Bir uçurumun köşesinde susması için bağırılan bir yankı gibiydi. Hangi şiddetle bağırılırsa bağırılsın durmadan hep geri dönen, her seferinde susması için yalvarılsa da bir saniye bile kesilmeden tutunan bir yankıydı. Cesetlerinden bir köprü olsa, kalpleri dışarıda gömülmeyi beklese herkes görürdü o yaraları. Dil yarası gibi sadece sahibine tattırmazdı o yarayı; kana bulanmış parmaklarıyla o kalbe giren herkesin yakasına bulaşır, üstlerini kirletirdi. Yalnızca sahibine görünmezdi, yerini almaya çalışan ve gitmeyi reddeden herkese görünürdü. Azme ve sadakate kinliydi, ruhunu bu iki hissiyata teslim edemezdi.

Duyulması olanaksız ninnileri olan bir kadının kalbine tutunmuştu merhametsizlik. Her saat başı, yelkovan akrebe sokulduğu an dua ederdi göğe doğru; dualarından şefkat akar, bakire bir acının yara bandı düşerdi. Duygu seli bir anda, ulaşamadığı tek yerdi şefkat. En ihtiyacı olduğu, en dilediği ve en ulaşamadığı bir tek oydu. Dizlerinin üstünde sayamayacağı kadar taşın izi olsa da geçmeyen tek onlar değildi, zira onun yalnızca gönlü değil dili de yaralıydı. Ninnileri göğe varamadan bir yağmur oluverir, yeryüzündeki adımları silerdi. Diline değen sözcükleri yutuverir, kalbinin en toprağı kara mezarlıklarına hapsederdi. Korktuğundan değil, kıyamadığından üşütemezdi. Sıcağa böylesine hasretken, onu kendisinden esirgeyip en ihtiyacı olana verirdi.

Çünkü bilirdi, en tatlı sıcak soğuğun kollarındayken gelirdi.

"Henüz keşfedilmemiş bir şarkı gibisin Leylifer, henüz söylenmemiş sözler veyahut henüz sarılmamış yaralar gibisin. Gönlünü bunca kire, bunca toza rağmen tertemiz tutmuşsun; sen kendini unutup unutulanları hatırlatmışsın. Şefkat de seni hatırlasın iki gözüm, şefkat de bu iki saç telinin arasında raks etsin."

Belki en acıtan yara dil yarasıydı fakat en iz bırakan yara da kalp yarasıydı. Dillerin üstünden kayıp yutulan sözcükleri bağrına basan bir kalbin yarasıydı. Kanasa da o kanı içip, kabuk bağlasa da o kabuğu söküp durmadan o sözcükleri kimsesiz bırakmayan bir yüreğin yarasıydı. Herkes sevginin şeffaf ve temiz olduğunu düşünürken, kimse çiçeklerin üstüne akan yaşların kan kırmızısı ve kir tutmuş olduğunu bilmiyordu.

Öyle ya da böyle; iki gönlün düğümü, bir asrın ölümüydü.

ZEYNEP ELİF GÜRBÜZ
2019|2022

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen2U.Pro